Bisiklete tutunan hayatlar

Batı kültürünü göstergeler üzerinden anlamlandıran, ‘Görme Biçimleri’nin yazarı John Berger’in en iyi okuma parçalarından birinin ‘Bento’nun Eskiz Defteri’ adlı kitabı olduğunu söylesem abartmış sayılmam herhalde. Basit, sıradan, hayatın içinden olaylar, objeler üzerinden bir kültürün şifrelerini göz önüne seriyor adeta. Sıradan insanların sıradan hayatlarına nüfuz ederek, hayatın akışına adeta sizin de dahil olduğunuz gündelik hayatın ayrıntılarıyla tanışıyorsunuz. Burada zevkler, alışkanlıklar, ilişkiler, eşya ile kurulan ilişkiyle anlamlandırılan hayatın katmanları… her şey o kadar basit ve yalın ki, sanki yabancı olduğunuz bir kültürle tanıştırmaktan çok sizi ona dahil ediyor. Dahil olunan kültür, hayat tarzını, dünyayı algılayış biçimini, evrensel olma iddiasını da beraberinde getiriyor. Bu mütevazı, yalın anlatım içinde Batı’nın evrensellik iddiasını, hatta küreselleşmeyle daha da yaygınlaşan hayat ve düşünme biçiminin evrenselci üslubunu fark etmiyorsunuz bile.

‘Bento’nun Eskiz Defteri’ndeki kendi çizimi bir bisiklet resminin çocukluk hatıralarından nasıl bir trajediyi çağrıştıracağını hiç tahmin etmezdim. Bu altmış yıllık külüstür bisikletin İtalyan asıllı Fransız’ın hayatındaki yerini okudukça sanki sürücüsünün gözüyle kaydeden bir film makinesinde izler gibi bisikletin 15 yaşındaki bir göçmen çocuğun ilk maaşıyla nasıl alındığını, altmış yıl boyunca hayatına nasıl eşlik ettiğini, geçtiği sokaklardaki evleri, çöp birikintilerini, mahalleye gelen yenilikleri tüm ayrıntılarıyla hayalinizde canlandırıyorsunuz.

Bir uçak fabrikasında mühendis de olsa akşamları, tatil günlerinde artık bedeninin ve de ruhunun ayrılmaz bir parçası haline gelen bu bisiklet üzerinden hayatla kurulan ilişki biçimi, aynı zamanda düşünme ve algılama biçimlerini içselleştirdiğiniz, kendinizden bir parça bulduğunuz klasik bir metnin kuşatıcılığına dönüşüyor.

Hayatı bu bisikletin üstünde geçen Luca’nın karısı, yaşlandığında alzaymır hastalığına yakalanır; hastane eve gönderir. Bakacak kimse yoktur. İki oğlu çoktan kendi hayatlarını kurmuştur. Ancak Noel tatilinde, doğum günlerinde hatırlayacaklardır anne-babalarını; bunda da garipsenecek bir durum yoktur. Bisikletle geçtiği her yeri not eden Luca bu ayrıntıyı not etmek gereği duymamıştır. Bakımevine bıraktığı karısına ancak üç yıl bakacak kadar parası vardır. Büyük bir fedakarlıkla anlaşmayı imzalar.

O gün Berger ilginç bir tesadüf eseri kendi eliyle çizdiği bisikletin resmini Luca’ya hediye eder. Hayatını özetleyen bu resmi çerçeveletip duvara asar Luca. Modern insanın bir tür trajedisidir bu durum. Çaresiz, güçsüz, hayata dair hazların tükendiği, yani hayatın anlamının yittiği zorunlu son!

Suriyeli çocuk ve bisiklet

Bir bisiklet neden bu kadar trajik bir çağrışım yapar. Altmış yıl üstünde gezdiği bisiklet, sanki canlı bir binektir. Berger’in resmine bakarken her gün ajanslardan gelen fotoğraflardan birine gözüm takılacaktır.

Luca’nın ilk bisiklete bindiği yaştan daha küçük yaşta, bisikletin üstünde bisikletten de küçük bir çocuk… Belki yedi, sekiz yaşında… Henüz kelebeklerin kanatlarına binip hayal tepelerine uçacak yaşta bile değil belki… Ama her çocuk gibi şen ve mutlu hala… Bisikletli çocuğa doğru caddeden yürüyen bir adam fotoğraf karesine girmiş. Arkadan kaç yaşında olduğu tam anlaşılmasa da genç biri olduğu çok açık. Sol eli cebinde; çocuk muhtemelen sağ elindekini gördüğü için bisikletini yana kırmış görüntüsü veriyor. Belki de hiç fark etmemiştir… Genç adamın sağ elinde otomatik bir silah var, bir parmağı tetikte, namlusu yere doğru; sanki pazardan eve dönüyor…

Çocuğun bisiklet sürdüğü caddenin derinliğine bakıldığında silahlı adam ve çocuktan başka kimsenin olmadığı hemen anlaşılıyor. Ancak film setlerinde görülebilecek bir sahne… Cadde boyu bütün dükkanların, işyerlerinin kepenkleri kapalı. Bir savaş sahnesi tedirginliğini; boş caddeden, kepenkleri indirilmiş işyerlerinden, binaların döküntü görüntülerinden hissetmemek mümkün değil.

Her an patlayan bombalardan, silah seslerinden uzaktaki bir hayata doğru bisiklet sürmektedir çocuk… Belli ki henüz ölümler yakınından geçmemiş. Ya da henüz bunu fark edecek yaşta değil. Sonra başka resimler çocuklara dair… Viran olmuş evin içinden, yıkıntılar arasından çıkardığı ayıcığıyla oynayan bir kız çocuğu… Bombalanmış bir evin enkazı arasında kurtarabildiği tek eşyası olan kitabını koltuğunun altına almış, beton ve demir yığınları arasında ilerlemeye çalışan bir başka çocuk… Ve yolun sonu bombalanmış bina molozlarıyla kapanmış; bisikletiyle ayakta çaresiz bakan başka bir çocuk…

Boğaziçi’nde çocuk bisikleti

Geçtiğimiz gün Boğaziçi’nde bir tepede, Rumelihisarı’nın tam karşısında, her gün biraz daha yitirmekte olduğumuz İstanbul’un son kalan güzelliklerinin insanı adeta çarptığı bir noktada… Yeşil ve mavinin iç içe geçtiği, baharın erguvanları hediye ettiği, ‘yerdedir göklerin derinliği’nin ne anlama geldiğini ancak idrak ettiren bir güzellik… İnsanlar bu eşsiz güzelliği görmüyor; ancak burada görünmek istiyorlar. Onun için herkes birbirinin fotoğrafını çekiyor.

Birden yol kenarında küçük bir bisiklet gördüm. Yolun kenarına adeta park etmiş, boğaza hakim bir noktada, erguvan renkli bir çocuk bisikleti. Önündeki küçük sepete kır çiçekleri doldurmuş bisikletin sahibi.

Çocuk görünmüyor. Kim bilir yakınlardaki otlar arasından gelen cıvıltılı çocuk seslerinden biri ona aitti. Boğazın eşsiz güzelliği karşısında görünürlük peşindeki insanlara inat, o çocuk manzara noktasına bisikletini koymuş, kendisi yeşilliklere karışmış.

Tıpkı Suriyeli çocuk gibi! Biri ölüm duygusunun bu kadar yakınında, diğeri güzellik duygusunun bu denli içinde, ama ikisi de aynı masum duyguların kanatlarında bisikletleriyle…

Paris’teki Luca’yı da hayata bağlayan Berger’in çizdiği bisiklet resmi değil mi?

lgili YazlarDünya, Düşünce

Editr emreakif on April 20, 2013

Yorumunuz

İsminiz(gerekli)

Email Adresiniz(gerekli)

Kişisel Blogunuz

Comments

Dier Yazlar