Emek ve Adalet Platformu söyleşisi – “…Radikal Bir Dönüşümden Çok Sistem Içi Bir Revizyon Söz Konusu.”

Emek Adalet: Bunca zamandır planladığımız, niyet ettiğimiz ama bir türlü gerçekleştiremediğimiz sohbeti gerçekleştireceğiz bu akşam. Akif Emre ile beraberiz… Akif Abi ile niye beraberiz? Belki de bu meseleleri konuşacak kimsemiz olmadığından beraberiz. Sitemizdeki iktibaslığı göz önüne alındığında, en fazla iktibas ettiğimiz yazarlardan bir tanesi. Türkiye’de İslamcılığı, dış politikayı, bu topraklarda yapılan siyaseti dürüstçe, açık yüreklilikle, makul ölçülerde tartışabileceğimiz biri olduğunu düşünüyoruz. Özelliklede son dönemde Türkiye’nin yaşadığı siyasal tecrübeyi tartışmanın çok güzel bir kodunu çıkarıyor Akif Emre. O yüzden bu akşam ucu açık, çerçevesi belli ama irticali bir sohbet gerçekleştireceğiz. Tamamen soru-cevap şeklinde gerçekleştirilecek bir format önerdi Akif Emre.

Neo-kemalizm meselesini tartışmak istiyorum. Bu kavramı ödünç alırken kafanızda nasıl bir mesele vardı? Niye bu kavramı kullanmaya ihtiyaç duydunuz?

Buna post-kemalizm desek daha iyi olur.  Son on yıldır, Türkiye’de sistemin geçirdiği dönüşüm ve kimliğini Müslüman olarak var eden insanların iktidarda oluşu kemalizmle hesaplaşmayı ve yüzleşmeyi öteleyen ve iptal eden bir süreç doğurdu. Yani bunu ben şöyle görüyorum; Kemalizm temel dinamikleri açısından aslında değişmiş değildir, hala diri durmaktadır. Fakat bunun görünürlüğü bir takım uygulamalarla değişmiştir ve de sistem içerisindeki bir takım yapısal ilişkilerde dönüşümler gerçekleşmiştir. En azından sınıfsal manada aktörler açısından değişikliler olmuştur. Bu yeni aktörler kemalizmin dinamiklerini taşıyor, hem meşrulaştırıyor,  hem de eski ortodoks kemalist kadroların bakış açısını, politikalarını bir şekilden  yeniden revize ediyorlar.

1950’deki dönüşümler benzer güzel bir örneklerdir. Hatta bu Kemalist sistemin en büyük başarılarından biridir. Cumhuriyetin ilk kadrolarına göre 1950’deki olaylar bir irticai devrimdi. Halbuki sistem popülerleşti, yenilenme yaşadı, toplumsallaştı, dinamikleşti. Ben şu anda yaşanan süreci benzer bir şekilde sistem içi yenilenme olarak görüyorum. O manada sistem yeni kadrolarla, dinamik bir şekilde, hem dönüşüyor hem de dönüştürüyor. O yüzden, radikal bir dönüşümden çok sistem içi bir revizyon söz konusu.

Tabi bir takım önemli değişiklikler de oldu. Söz gelimi on sene evvel bu konuşmayı yapsaydık bu dinleme cihazlarını kaldırın diyecektik. Ama bir on sene sonra da bu kayıt cihazlarının önümüze konup konmayacağı konusunda hiçbir garantimiz yok. Yani hayatın pratiği içerisinde karşılaştığımız, bizi rahatlatıcı, hayatı kolaylaştırıcı bir takım şeylerin yapılmış olması kemalizmin iptali anlamına gelmiyor. Bu anlamda ortodoks kemalizmi esas alırsak, bir bakıma post-kemalizm devri yaşanıyor veya yeni şekliyle de neo-kemalizm olarak adlandırılabilir.

Yakın zamanda Öcalan’ın paralel devlet göndermesi var. Post-kemalizm bağlamında paralel devlet kendini nerede revize ediyor?

Ortalama, merkez medyanın ağzıyla baktığımızda şu an “İslamcı” bir iktidar söz konusu. Yani bu kadar dindarlık gösterisini bile İslamcılık sayan bir bakış açısı var. Aslında şunu teyit etmem lazım. AKP kendi içinde tutarlı aslında, ne İslamcılığı ret etti, ama ne de kendini İslamcı ilan etti. Ama İslamcılık izafe edilerek yükseltilen beklenti, İslamcılığın neyi kapsadığı, neyi teklif ettiği ve hangi sorumlukları yüklediği sorusuyla anlaşılabilir. İslamcılık dediğimiz duruşun teklifi bakımından neler yapılması gerekir, neler yapılmaması gerekir. Bu açıdan bakarsak temelde, İslamcılığı karşılayacak herhangi bir şey yok. AKP’nin de böyle bir beklentisi yok. Bu manada muhafazakar bir yenilenme, tabanıyla barıştıran sistem içi bir revizyon var. Yani mesela çok basit göstergeler var: İslamcı olması gerekmiyor, muhafazakar kesimde bazı resmi bayramlar tabudur, bunlar kutlanmaz. Fakat son bir iki yıl tesadüf olmayacak şekilde Cumhuriyet Bayram’ı kutlama mesajları alıyorum. Bunu iyiliği veya kötülüğü açısından incelemiyorum, bu bir göstergedir. Eğer sistem tabanıyla bu şekilde bir barış gerçekleştirmiş ise bu cidden neo-kemalizmdir.

Osmanlı’da Meşrutiyet’den beri üç tane önemli akım vardır:

1)Batıcılık

2)Türkçülük

3)“İslamcılık”

Devlet zaman zaman bazılarını sistemin devamı için öne çıkarır, bazılarını geri çeker. Şu dönemde de “İslamcı” bir dinamizm, devletin devamlılığını sağladı. Yapılan bütün reformlar için AKP’den başka hiçbir siyasal kadro toplumsal olarak meşrutiyetini sağlayamazdı. Mesela söz gelimi AB ile ilgili yapılan projeler… Yani AB’ye Hıristiyan, gavur kulübü diyen bir kitle ‘bizim adamlar yapıyorsa…’ diyerek, pek çok uygulamaya ses çıkarmadı. Yani Türkiye’de aktörler bazında bir el değişimi oldu. Elitist bir kadro vardı 80 yıldır, şimdi o kadrolarla sistem yürüyemez konuma geldi.

Burada küresel sistemin de geldiği süreç çok önemli, yani sadece iç dinamikler etkili değildir. Ben şunu abartı saymıyorum ki son 150-200 yıldır şu ülke içerisindeki yapısal dönüşümler çoğu iç dinamikler tarafından değil, hep dış dinamiklerin zorlamasıyla gerçekleşmiştir, yapısal dayatmalarla olmuştur maalesef. Time dergisinin 50. yıl sayısında şöyle bir başlık vardır: ‘Turkey forced Westward’’; “Türkiye Batı’ya icbar edildi”.Türkiye Batı’yı seçti demiyor, ona icbar edildi diyor. Bu icbar ediliş hala devam ediyor ve post-kemalizm de bu icbar edilişin değişik bir uygulama versiyonu.

AK Parti’nin özellikle 2002-2006 yıllarında rejim içinde karşı bir süreçle karşılaştığını biliyoruz. Peki bu Darbe, Ergenekon, Silivri vs. bunları ‘’Bir kırılma değil, devam etme süreci’’ bağlamında nasıl okuyabiliriz?

Ergenekon davası asıl olarak bir NATO davasıdır. Yani NATO Soğuk Savaş sonrası konseptte, kontrol edemeyeceği siyasal yapılanmaların tasfiyesini istemektedir. Bunla beraber, hiçbir iktidar da kendi arzusuyla iktidarını, gücünü terk etmez. Ayrıca eski kadrolar için de bu kemalizm bir ideolojiden ziyade, bir din. Balyoz falan aslında bu kadrolar tarafından gerçekleşen bir iç direniş. Dış dinamiklere baktığımızda, AKP türü bir kadroyla var olan sistemin devamı istendi. Bu AKP Batı’nın ajanı demek değildir, fakat amaçlar örtüşür ve  sistem devam eder.

“Rant Corporation”ın İslam Dünyası’ndaki modernleşme projesinin nasıl gerçekleştirilebileceğine dair bir raporu var. Buna göre İslam dünyasında 5 önemli akım var:

  1. Radikaller: Bunlarla iş birliği yapılmaz.
  2. Seküler Batıcı Elitler: Bunlarla da yapılmaz çünkü toplumsal tabanları yoktur.
  3. Geleneksel İslami Cemaatler: Yer yer iş birliği yapılabilir, çünkü pragmatisttirler.
  4. Batıya Barışık Modern Muhafazakar Müslümanlar: Bunlarla iş yapılabilir.
  5. Genç Batılı Değerlere Açık Popüler Kültür: Bunlar teşvik edilmeli ve yaygınlaştırılmalıdır.

Hain olmaya gerek yok, insanlar kendini de aşan projelerin içinde kendini bulabilir; mesele temel ilkeleri ortaya koyup, koyamadığın. Kısaca,  son dönemde, Türkiye’deki Müslüman siyasal kadro, Kemalizmi tasfiye etmeyen, bizatihi farklı biçimde yeniden takviye eden ve hayat suyu zerk eden bir işlem görmüş oluyor.

İktidarı bağımsız bir kategori olarak alamıyoruz bu yüzden de iktidarla ilişkimiz hep sıkıntılı. İslamcı kültürde iktidar unsurunun bir başlık olarak tartışılamıyor olmasını şimdiki konjonktürde nasıl okuyacağız?

Müslüman olarak adaletle hükmetmek zorundayız, sonuçta Müslüman olmak, İslami ölçüler bağlamında dünyaya düzen getirmektir; sen buna iktidar de, ne dersen de.

1. Özellikle siyasal İslam diyeceğimiz çevrelerde olay tamamıyla siyasete indirgendiği için, yani ‘Nasıl yapacağız?’ dan çok, “iktidarı biz ele geçirirsek her şey hallolacak” öncelendiği için böyle bir psikoloji var.

2. Sistemle köklü bir hesaplaşma, yüzleşme hiçbir zaman olmadı. İyi insanlar olunca sorun yok, kötü insanlar yüzünden bir sıkıntı var. Genel mantalitenin bu olduğunu düşünüyorum. AKP meselesinde bile ‘Bizimkiler yapıyorsa vardır bir bildikleri…’ deniyor ve aslında İslam’a ters düşen şeyleri kolayca içselleştirebiliyor insanlar.

Sistem dışı bir İslamcılığın belli başlı parametrelerini açabilir misiniz?

İslamcılığın tanımına girer bu soru. İslamcılığın Dünya’da da Türkiye’de de bir takım olmazsa olmazları var. Ama çok kabaca baktığımız vakit:

  1. En önemlisi, İslamcılık açısından en olmazsa olmaz şey şer-i şeriftir ve bunu gerçekleştirme idealidir. Onun yanında bir takım unsurları koyabilirsiniz, işte batıyla, moderniteyle hesaplaşma vs. Fakat, şu an çok modern, sekter bir İslamcılık var. Bu yüzden içinde yaşadığımız sistemle bu bağlamda bir yüzleşme var. İslamcılık şeri-i şerifi çerçevesinde konuşulmalıdır.
  2. İlk dönem İslamcılar, Batı karşısında yenilgiye karşı alelacele bazı formüller, kurtuluş reçeteleri geliştirmeye çalışmış vaktiyle. Aslında geriye dönüp baktığımızda iyi ki bu alelacele formüller, tartışmalar yapılmış diyoruz. Çünkü, şimdi bazı meseleleri daha rahat konuşabiliyoruz.

Madde madde bir İslamcılık tanımı uygun olmaz ama kabaca, çok net İslamcılık esasen Şer-i Şerif çerçevesinde konuşulmalıdır. Öyle baktığımız vakit, bir takım İslami yaklaşım tarzlarını, kaynakları bu çerçeve içerisine alabilir veya çok yakın zannettiğiniz insanları da dışlamak zorunda kalabilirsiniz.  Ama temel zeminin bu olduğunu düşünüyorum: Şer-i Şerif çerçevesi içinde Dünya’yı, siyaseti, toplumu biçimlendirme.

Türkiye’de halkın sistemle yüzleşmediğini söylediniz. Ama Anadolu isyanları, Kürt isyanları gibi sistemle bir cebelleşme olarak görülebilecek bir çok isyan mevcut. Bu tecrübelere bakarak, halkın içeresinden direngen bir dil geliştirilebilir mi?

Bunu Müslüman olduğum için söylemiyorum. Sosyolojik bir gözle de baktığımızda teslim edilmesi gereken bir gerçektir ki Türkiye’de İslam olmadan hiç bir şey başarılamaz. Aslında bu gerçeğin tespit edilmesiyle beraber AKP başarılı olmuştur. 200 yıldır bir kültürel, siyasi bir yangından geçiyoruz. Bütün buna rağmen bu toplum direniyor.

Nasıl?

Çok basit göstergeler var nasıl direndiğine dair:

Son 5-10 yıla kadar muhtemelen devlet eliyle cami yapılmamıştır. Yapılan bu camilerin hepsini bu halk kendi cebinden yaptırmıştır. Bundan anlaşılan halk bildiği kadarıyla bu dinine sahip çıkmıştır.

Anlaşılır olmak için kullanmak zorundayım medeniyet kavramını. Bir medeniyetin canlı olabilmesi için bir kaç unsur vardır: temel kaynaklarının olması, tarihi tecrübesinin olması, belli bir mekan ve insan unsurunun olması. Aslında bir İslam medeniyetinde bunların hepsi var, ama Müslümanlar niye bu halde o zaman? Ben şuna benzetiyorum bu durumu; bir kalp var ama  kaslara giden ana damarlarda kesinti var. Ben Osmanlıca bir kitabeye bile turist gibi bakıyorum. Temel kaynaklarla kesinti var; halk bu kadarını biliyor ve bildiği kadarını yapıyor. Hem adapte oluyor, hem de direniyor modernleşmeye, batılılaşmaya vs.

Fakat bir şekilde İslam dairesi içerisinde gerçekleşiyor bütün bu yapılanlar yani, “Gavurlaşma” bile İslam referansıyla meşrulaştırılabiliyor. Mesela, azınlıkların uzaklaştırılması, Türkiye’deki devrimlerin daha kolay yapılmasını sağladı. Neden? Azınlıklar kendi içimizde ötekimizdi. İnanç açısından ötekilerimizdi. Şimdi bir Rum’un, Ermeni’nin hayat tarzını sana modernleşme diye  takdim ettiğimizde ‘aa, Bu gavur işi’ diye toplum kıyaslama imkanı bulabilecekti. Ama adı Ahmet, Mehmet olanlar eliyle yapıldığında ‘Müslümanlık bu çağda bunu gerektiriyor’ gibi, bu yüzleşmeyi erteleyen, öteleyen ve iptal eden bir işlem gördü ve bu durumun tarihsel bilincimizin kırılmasında çok önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum. Sosyolojik olarak, İslam olmadan bu toplumda bir iş yapılamaz, “gavurluğu” bile İslam’a dayandırmalısın.

Yaptığınız hem tarihsel okumada hem de siyasal analizlerde bir özne meselesi var. Bir süre sonra sanki insansız bir süreçten ibaretmiş gibi görüyoruz. Dış dinamik tazyikiyle gerçekleştiğini söylediğimiz zaman, “peki buradaki insanlar ne yapıyor?” sorusu da insanın aklına geliyor. İslamcılığın iktidar perspektifinden de baktığımızda buradaki dönüşümü kim gerçekleştirecek biraz muğlak. Suriye meselesinde de , stratejilerden bigane bir düşünüş sıkıntılara neden oldu. İnsana ve özneye bakışımız, insanlara nasıl bakacağız bütün bu dönüşümlerde?

Benim dış dinamik söylemim esasında ben merkezli, Türkiye merkezli bir bakış tarzına bir tepkisellik gibi aslında. Bu şu anlama gelmiyor ki buradaki insanlar tamamen edilgen, iradesi olmayan ve dışarından idare edilen. Böyle bir şeyden Allah korusun. Fakat ne özneyi hafife almayacağız,  ne dış unsuru.

Sizin bir zaafınız yoksa, kimse dışarıdan gelip o meseleyi kaşımaz. Sizin bir Kürt meseleniz varsa biri gelir o meseleyi kaşır. Ortada bir problem var ve var olan problemi birileri ne yapar? Dış güçler istediği gibi manipüle etmeye, yada kontrol etmeye çalışır. Ona da gücü yetmiyorsa istemediği bir oluşumun ortaya çıkmasını engellemeye çalışır. Şimdi kimse söyleyebilir mi ‘AKP’nin bütün milletvekilleri yöneticileri ne kadar batıcı olursa olsun, falanın ajanı, filanın emriyle iş yapıyor’ diye. Bir takım siyasetler, bir takım stratejiler örtüşür, pazarlık meselesidir, o onla pazarlık yapar. Böyle bir süreç var. Evet, Tanzimat dış baskıyla gerçekleştirilmiştir, ama aynı zamanda bu baskıyı hazır hale getiren bir problem de vardı. Dış kuvvetin baktığımızda genel olarak daha güçlü, kuvvetli olduğunu görüyoruz, bu özne meselesine karşıt olarak. Bunun nedenliği ayrıca tartışılır? Buna karşılaştırmalı tarih okumasıyla, bilinciyle bakmak gerekir. Mehmet Genç hoca mesela diyor ki 1800’lerin başlarına kadar Osmanlı bilinçli bir şekilde kapitalizme direnmiştirÇünkü kendi değer sistemi sermayenin belli tekeller etrafında birikmesine karşıydı. Peki bundan sonra Osmanlı’nın böyle bir dönüşümüne sebep olan sorunlar ne, bunlara bakmak lazım.

İşte bu bağlamdan ötürü sen nasıl bir süreç içerisindesin bunu doğru okuyup, doğru tespit edip ona göre hareket gerçekleştirmelisin.  Eğer sen bir sorun arıyorsan, bir çıkış da bulmaya çalışırsın. Önemli olan doğru soruyu sormak. Doğru soruyu sormadan, doğru cevap da alamazsın.

İslamcılığın ekonomi politikte yetersizliği eleştirilir, bir alternatif olmaktan uzak olduğu söylenir. Şu on senelik tecrübe de neo-liberalizme eklemlenme projesi olarak görünüyor. Tam da bu noktada İslamcılığın kapitalizme direnen bir tecrübe, teklif olarak bir dil ve arayış olmasından bahsetsek.

İslam dünyası bütün bu yarı sömürge haline rağmen, bireysel olarak bile, sokaktaki şu insanı, Müslüman olarak çevresiyle, ailesiyle kurduğu ilişkiyle, çok edilgen olarak bile aslında çok ciddi bir meydan okuma biçiminde. Hayatında  helal, haram, israf, faiz gibi kavramlar var ve bu sıradan bir vatandaş, konuştuklarımızın hepsinden bihaber. Sadece anadan babadan duyduğu ilkeleri, haramı helali hayatında tatbik etmeye çalışan bir insan, tek başına aslında kapitalizme meydan okuyor demektir- işin sistematik çözümlenmesi bir yana. Bu ne demektir? Kapitalizmin dayandığı bütün temel ilkelere, tüketim ekonomisine, faize, bireysel düzeyde direniyor demektir. Ortadoğu coğrafyası her şeye rağmen küresel kapitalizme, moderniteye direnen tek kültürdür. Bu çerçevede elimizde böyle bir imkan var. Bu imkanı nasıl yeniden diriltebiliriz? Teorik sorunlar var ciddi bir şekilde tartışmamız gereken.

İkincisi, içinde yaşadığımız çağı nasıl doğru okuyabiliriz? Mesela, İslam Ekonomisi diye 70′li yıllarda tartışmalar vardı. Bu tartışmalar zaman içinde faizsiz bankacılık tartışmalarına dönüştü. Niye? Körfez sermayesi petrol kriziyle beraber elindeki parayı nasıl helalleştirebilirim yönünde tartışmalara girdi. Bu yüzden de  batıyla beraber aynı zamanda,  içeride kapitalizme iş birliği yapan kesimle de hesaplaşmak zorundayız. Kaldı ki sadece İslam Ekonomisi de çok modern bir şeydir.

Temel sorun şudur:

Geleneksel olarak bilgi üretecek ve problemlere cevap verecek şekilde bir insan tipi ve eğitim sisteminin ortadan kalkmasıdır.

Şu anda Türkiye’de İslami çözüm arayışlarını kim yapabilecek? İlahiyatçılar mı? İlahiyatçılar sadece akademisyen yetiştirir, alim yetiştirmez. Alim halbuki İslam dünyasının geliştirdiği bir prototiptir, farklı bir şeydir. Mevcut akademilerle bunu çözemeyiz. O halde bu geleneği yeniden kurmak zorundayız. İşin ideolojik boyutu var, siyasal boyutu var, ama alternatif bir şey üretebilmek için böylesine köklü, uzun soluklu, kalıcı çözümler üretilmesi lazım.

Bu geleneği tekrar canlandırmak ve buna uygun insan tipi ve entelektüel kapasitenin oluşturulması gerekiyor. Bu sadece entelektüel birikimle alakalı değil siyasal bilinçle birleşerek olabilecek bir şey. Yani sorun sadece iktidar meselesi olmuş olsaydı… AKP halletti bu işi, kimsenin inancını sorgulamıyoruz. Halbuki bu insanların arkasında temel meseleleri çözmüş fikri birikimi olsaydı, belki daha farklı olacaktı bu deneyim. Ama var olan birikimde günlük siyasete harcandı ve şu an “reel-politik”i idealize edilmiş halde, ve reel politik teoriyi belirler konuma gelmiş oldu. Şu anda Türk modeli diye pişirilen şey, orta doğuya pompalanan şey, tam bir fiyasko. Siyasal ve ekonomik anlamda küresel sermayeye teslim olmuş ve onun biraz daha ‘abdest’ aldırılmış hali uygulanıyor. Peki bu Türkiye modeli niye Arap baharı denilen süreçte çok cazip hale getiriliyor? Olası bir takım sivri, sistemle çatışacak unsurları retorik düzeyinde bile törpülemek için. Bu işin felaketi ortaya çıkınca da faturası kesilecek olanlar da İslamcılara olacak aslında.

Şahsen İslamcılıktan umudu olan biri değilim, gücünün yeteceğini düşünmüyorum. İslamcılık özelde Türkiye bağlamında hangi alanlara, noktalara dokunması gerekir?

Olay şudur ki hayatın bütün alanlarıyla ilgili olarak Müslümanca bakabiliyor muyuz?  Bakarken Müslümanlığımız ne işe yarıyor, siyaset de bunun içerisinde. İslamcılık hayatın bütün alanlarına nasıl bakıyor, eyleminde, düşüncelerinde İslami bakış açısı ne kadar belirleyici oluyor?

Bizim şu an ki önderlerimiz bu sorduğunuz sorulara kolay cevap verecek gibi değildir. Bu Türkiye’nin sorunu, İslam dünyasının sorundur. Hayata müdahil olacak insanlar lazım. Entelektüel çok batılı bir tiptir, sorumluluğu yoktur. Size fikir verebilir, ufuk açabilir ama çözüm getirmez.  Müslümanca sorumluluk başka bir insan tipi gerektiriyor. Entelektüel değil alim lazım ki o da akademide yetişmez. O gelenek kurudu. Ne yapacağız peki? Bekleyecek miyiz? Gücümüzün yettiği kadar, doğru bildiğimiz yerden hayata müdahil olmak zorundayız. Hem arayış içerisinde hem de sorumluluk sahibi olmak lazım.

Suriye’de süren bir iç savaş durumu ve giderek bütün bölgenin de bölgelerini içine alıyor. Bu arada Kürt meselesinde de barışa giden bir süreç var. Burada şöyle bir tahmin var: ilk söylediğim mesele ilerde bütün Ortadoğu’yu içine alan büyük bir savaşa götürüyor. Bunu nasıl okuyacağız?

Suriye meselesinde, uzun süre böyle götüremeyeceklerini düşünüyorum. Zira Ortadoğu bu kaosu kaldıramaz ki dış güçlerin de bunu yönetmeye kuvvetlerinin yettiğini düşünmüyorum. Zaten Suriye’deki Arap Baharı’ndan esinlenerek ilk olaylar başladığında, en büyük yanılgılarından biri de bu olmuştu. Mısır’da Tunus’ta olduğu gibi yine Amerika müdahale eder, birkaç ay içerisinde bunu bitirebiliriz deniliyordu. Fakat, ABD’nin bölgede 5-6 krizi yönetecek gücü yok.  Muhtemelen Rusya’yla falan anlaşılarak , belki İsrail’le daha barışık fazla baş ağrıtmayan bir rejimde uzlaşabilir.

Kürt meselesi nereye evrilir kestirmek zor. Ama benim çok tuhafıma giden bir olay var. Paris’teki 3 cenaze geldiğinde, Diyarbakır’da yüz bin kadar kişi toplanmıştı. Tansiyonun bu kadar yüksek olduğu, provokasyona açık bir kitle içinde bir tane ‘Biji Apo’ diyen, bir tane aykırı afiş çıkaran kimse görmedim. Bu çok garibime gitti ve beni tedirgin ediyor. İç dinamikler ne kadar barışı istiyor, dış güçler ne kadar engel olmak istiyor, bunu da tam kestiremiyorum. Ama her şeye rağmen kan akmasının bir an evvel durması gerekiyor. Ondan sonra ne olacağını oturup konuşalım, zira insanlar daha sağlıklı düşünebilir. Avrupa’da bu 30 senedir süren ölümlerin yarısı olsa, kesin iç savaş çıkardı. Ama her şeye rağmen Türk halkı devletten daha tedbirli davrandı. Bu topraklarda biran evvel Kürt-Türk ayrımının durması lazım. Bu süreçte ulus devlet olma bu işi çözer mi, bu ikincil bir şeydir. Fakat önce kan akmasının durması lazım ve uluslararası güçler de bence buna destek veriyor.

Suriye meselesinde proje bazlı düşünürken, Kürt sorununda ise kanın durması dediniz. Kürt meselesine ne yapmalıya cevap varken, Suriye’de niye bir şey diyemiyorsunuz? İki olaya farklı yaklaşmanızın sebebi nedir?

2 yıl içinde tarumar olmuş bir ülke var, buna oturduğunuz bir yerden nasıl çözüm önerebilirsin? Bir milyon insan ülkesini terk etmiş, başka bir ülkeye sığınmış, ülke içinde bir milyondan fazla iç göç var, yetmiş bin insan can vermiş iki yıl içerisinde. Hangi ideal uğruna yetmiş bin insanı feda ediyorsun ve daha kaç yetmiş bin feda edilecek. Ayrıca, feda edilen yolun da gerçekten sağlıklı, sıratı müstakim, mücahidi bir yol olup olmadığı da ayrıca tartışılır. Kaşıya kaşıya bir iç savaş çıkarıldı. Bunun sorumluluğu kime ait, kim önderliği, hedefi ne? Silah alıyorsun ABD’den ki bu stratejik bir şey değil mi? Silah alıyorsan, başka bir şey de alırsın. Silah veren belli bir şartlarla verir. Adam açıkça söylüyor, aşırıların eline geçmesin, uyumluların eline geçsin diye. Yol ne, kimin çizdiği bir yol? Hafız Esad’ın kim olduğunu herkes biliyor, O’nu savunduğu yok. Ama ortada devasa bir devletler oyunu var. Filler tepiştikçe, altta insanların canı çıkıyor.

Yakın dönemde Abdurrahman Aslan’nın ‘İmandan Akla Geçiş’ diye bir yazısı vardı. İslamcı aydının dinle kurduğu ilişki üzerine eğilen bir yazıydı. Orada kısaca son ikiyüz yıldır İslamcı aydının dinle kurduğu ilişkiyi sürekli yapı bozumculuk macerası olarak konumlandırıyordu. Son AKP tecrübesiyle, Kemalist kültür evrenine giren İslamcı aydın tipinin ortaya çıktığını söylüyordu ve meseleyi dini sürekli yeniden kurup bozma, yani  siyasi problematiğe cevap veremediği anda kafasındaki bu kurguyu tekrar bozup, yeni alanın problematiğine tekrar uydurmasını temel alıyordu. İslamcı aydının bu yapı bozumculuğun keyfiliği bize aslında çok geniş bir alan açıyor gibi. Yeni dönemde bizim sabitlerimiz ne olacak?

Dini yeniden keşfedecek değiliz, dinin ilkeleri ortada. Problem, sünnetin ve vahyin 2013 yılında, Kıztaşı’ndaki Ahmet’e, Mehmet’e ne diyor sorusuna vereceğimiz cevap. Bütün arayış da bu aslında. Buna İslamcılık de, Müslümancılık de, ne dersen de. Allah karşısında mükellefler olarak derdimiz bu. İster aydın olun, ister işçi olun, hiç fark etmez.

Baştan beri söylediğim o geleneğin olmaması, o alim tipi yerine entelektüel aydın tipinin öne çıkmış olması temel bir problem aslında. Köklü çözümleri üretebilmek için geleneğin kendini tekrar ederek değil yeniden üreterek kurulması lazım. Entelektüel için atış serbest, söylediği ne beni bağlıyor ne de sizi. Dini bir tasavvurdan, hayatı dini bir şekilde kurgulamaktan bahsediyorsak, bunun dini sorumluluğunu yapacak insanlar da lazım. Aydın bunu yapamaz, zira sözü bağlayıcı değildir.

Ayrıca, İslamcı iddiaları olan insanlar kalmadı. Önceden İslamcılığın bir iddiası vardı, çözüm üretememiş olsa bile. Bir çerçevesi vardı ve onu doldurmaya çalışıyordu. Şimdi sistemle uzlaşma, sistemle eklemlenme süreci bu iddiaları da elinden aldı ve iddialarından vaz geçtiği oranda merkeze çekildi.

80lerin ikinci yarısından itibaren pek çok İslamcı çevrede bir sürü kurum dernek vs yapı var ve bu  90’larla beraber inanılmaz arttı. Bugün üniversite tecrübeleri var. Ortalık dergiden, akademisyenden geçilmiyor. Fakat siz sürekli olarak zincir kopukluğundan ve bilginin üretilemiyor olduğundan ve entelektüelin bir sorumluluk taşımadığından bahsediyorsunuz. Bütün bu bolluktan bir tartışma vs. çıkmıyor mu?

Kemiyet açısında doğru,  ama keyfiyet içeriği boş. Daha kendi kavramlarını, kendi içeriğini keşfetmeden, ciddi derecede hesaplaşmadan, bir anda insanlar o içerikle ters orantılı bir şekilde toplumsal, siyasal kazanımlar elde etti. Çünkü taban müsait. Zira içeriği o kadar dolu olsaydı, bu kadar alan açılmazdı. En popüler manada Milli görüşü el alalım.  Tam bir retoriktir. Ama, vaziyeti kurtarıyorsun. Niye? ‘Hoca bilir’ diyorsun, muhtevası yok. Olanca entelektüele zenginliğe rağmen burada üretilmiş tek bir tane telif eser yok. Zira, bunları besleyecek bir kaynak yok. Usul bilen adam yok. Yani şu kadar yazar, çizer, entelektüelin içerisinde tefsir kültürü olan kaç tane insan var?

lgili YazlarRöportajlar

Editr emreakif on March 21, 2013

Yorumunuz

İsminiz(gerekli)

Email Adresiniz(gerekli)

Kişisel Blogunuz

Comments

Dier Yazlar

Daha Yeni Yazlar: