Çelik paletler arasında bir çiçek açtı…

Hangi direniÅŸ bu kadar masum olabilirdi? Tankların, paletlerin altında ezilen insanlığımız adına, kararan vicdanlar adına hangi soluk bu kadar diriltici olabilirdi? Rachel Corrie Ä°srail dozerlerine karşı tek başına direnirken elindeki megafonla sağır kulakların pasını açmaya, bedenini paletlerin altına atarken de insanlığımızın kararan vicdanına seslendi. Filistin bir semboldü, Siyonist sömürgecilik çaÄŸdaÅŸ tiranlığın temsilcisiydi, Rachel Corrie ise tüm insanlık adına pak bir vicdanın sesi oldu. Bedeni, topraÄŸa karışırken arzı titreten bir masumiyetin ölümsüz kahramanlar silsilesine katıldı. Tıpkı Erdem Bayazıt’ın ÅŸiirindeki gibi: ‘Beton duvarlar arasında bir çiçek açtı/Siz kahramanısınız çelik diÅŸliler arasında direnen insanlığın/Saçlarınız ızdırap denizinde bir tutam baÅŸak/Elleriniz kök salmış aÄŸacıdır zamana…’

16 Mart 2003 tarihinde Corrie’nin bedeninin çelik diÅŸliler arasında parçalanıp saçlarının bir tutam baÅŸak gibi topraÄŸa kök salışını dostum Cemal Åžakar’ın öyküsünü okurken bir kez daha yaÅŸadım. Hece Öykü’nün Åžubat-Mart 2013 sayısında çıkan ‘Cennet Güzeli’ baÅŸlıklı öyküsü asil bir direniÅŸi dile getirmiÅŸ. Bu haftaki ‘Cumartesi yazısı’nda bu anlamlı metni paylaÅŸmak istedim.

CENNET GÃœZELÄ°

16 Mart 2003, Unutmayacağım!

Herhangi bir gün. Güneş doğuyor. Bildiğimiz güneş, bildiğimiz gibi. Formasını giymiş çocuklar okul yollarında. Sabah mahmurluğu. Yürürken açılan kasların vücuda yaydığı ılıklık. Baharın habercisi papatyalar ve gelincikler, güneşe doğru dönüp uyanıyorlar. Kırağı yavaşça kalkıyor. Yükselen buharlar. Toprak gevşiyor, kendini güneşe açıyor.

Hayat işte! Yine başlıyor.

Yaşlı bir kadın, kendisiyle birlikte yıpranmış sandalyesini alıp sırtını bahçe duvarına veriyor. Güneşi kucağına alıyor. Önünde uzanan geniş çayırlara bakıyor. Her sabah bir mucize oluyor; güneş doğuyor, çayırlar uyanıyor. Kış boyu ölmüş ağaçlar, bitkiler yeniden canlanıyor. Güneşin doğuşuna, ağaçlara özsuyun yürümesine şaşıyor. İki oğlu, bir torunu sabahları uyanamıyor artık. Yıllardır kendisinden haber alınamayan, karanlık bir kuyuya atılmış kardeşi. Şaşıyor. Olsun. Yoksulların tek yoldaşı güneş doğuyor nasılsa. Hamdolsun.

Kepenkler açıldı. Dükkanlar süpürüldü. Masalar silindi. Bulaşıklar yıkandı. Ders zili çaldı. Hayat böyledir işte. Durmaz. Başlar ve ilerler. Zaman sürükler onu da. Sıcacık yatağından çıkmasan da, uyanmasan da böyledir. Sürükler, sürüklenirsin. Gün doğar. Sesler yükselmeye başlar. Sesler hayatın başladığının delaleti olur. Herkes tanır bu sesleri.

Herkesin tanıdığı sesler başkadır.

Çayırın diğer ucundan ciplerin sesi. Telaşlı, korkuya bulanmış asker sesleri. Derinden derine telsiz sesleri. Buldozerin paletlerinden çıkan gıcırtılar. Bu sesleri herkes tanımaz. Yaşlı kadın tanır bu sesleri, oğlu, gelini, komşuları, halkı. İrkilir. Kuşlar uçuşur. Buldozerin egzozundan çıkan kara duman güneşi lekeler. Akşam için ayıklamaya çalıştığı… Bırakır her şeyi. Korku. Endişe. Kaygı. Gelin nefes nefese. Kendisiyle birlikte yıpranmış sandalyede iyice küçülen, kendi içine doğru büzülen annesine sokulur. Elleri nohut kokuyordur.

Sesler tarlalarda, çarşılarda, okullarda da duyulur. Tanınır. Bilinir. Her şey öylece bırakılır. Burada, bu da hayatın bir parçasıdır. Hayat işte. Alır. Çeker. Sürükler. İstesen de, istemesen de. Bu sesler sadece buraya aittir.

Şehrin kıyısına, uzun çayırların başladığı son mahallelere doğru koşulur.

Askerler ciplerden inip konuşlanmışlardır. Kimi zırhlı kapıların arkasında, kimi diz çökerek yerde, kimi kalkanların arkasında ayakta. Önde. Tam ortada buldozer. Papatyalar, gelincikler çiğnenmiştir. Toprak ezilmiştir. Özsular ağaçların damarlarında donakalmıştır. Güneş solgunlaşır kara dumanların ardında.

Çocuklar dayanamaz. Taş olup uçarlar. Sağanak gibi taşlar buldozerin çeliğinde parçalanır. Kalpler de, umutlar da; yeni gövermiş, daha büyümemiş. Parçalanır. Çiçekler ezilir. Toprak lekelenir. Askerler taşları mı, umutları mı; minik minik ellerde açmadan ölen, taşlar mı, umutlar mı? Ölür. Gencecik umutlar, binlerce yıllık hatıralarla yüklü taşlarda taşınır mı?

Öfke büyür. Taşlar tükenir. Büyüyen öfke dinmez; sükun bulacağı bir melce, bir mecra bulamaz.

Gittikçe kararan göğün altında her şey grinin tonlarına bürünür. Sesler, sadece ciğerleri söken sesler, şimşek gibi çakar, her yan, bir an aydınlar ve söner, sonrası daha karanlık.

Buldozer yürür. İnsanlar bir adım daha öne çıkarlar. El ele, omuz omuza. Bu sesleri tanımayan, buradaki hayatın ritmini bilmeyenler de vardır aralarında.

Taşlar durmuştur. Çocuklar bir adım geridedir. Yaşlı kadın sandalyesini duvarın dibinde bırakmış, geliniyle kucak kucağa sokağın başına doğru çekilmiştir.

Çeliğe karşı durulmaz.

Herkes iki yana açılmıştır.

Gelin şaşkınlıkla, korkuyla döner annesine; bu kızcağız ne yapıyordur! Anne buz gibidir. Kucağındaki güneş?

Bir kişi durur. Elinde megafon, boynunda poşu, sırtında kırmızı ikaz yeleği, çapraz astığı çantası, atkuyruğu yaptığı sarı saçlarıyla.

Sürücüye güvenir. O da bilir çeliğe karşı durulmayacağını. Hâlâ insana inanıyordur.

Önce askerler çekilir: Geriye kirletilmiş toprak kalır.

Sonra buldozer çekilir: Geriye Sarı Saçlarla temizlenmiş toprak kalır.

Özür: PerÅŸembe günkü ‘Çanakkale zaferinin ‘Kürt ortakları” baÅŸlıklı yazımda Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseynî’nin adı sehven ‘Hüseyin el-Emini’ olarak yazıldı.

Ýlgili YazýlarDünya, Düşünce, Kültür, Siyaset

Editör emreakif on March 16, 2013

Yorumunuz

Ä°sminiz(gerekli)

Email Adresiniz(gerekli)

KiÅŸisel Blogunuz

Comments

Diðer Yazýlar

Daha Yeni Yazýlar: