Almanya’da yarım yüzyıl

Bu yıl sembolik deÄŸeri hayli yüksek birkaç yıldönümü birlikte kutlanıyor. Yakın tarihli olandan baÅŸlayacak olursak, Türklerin işçi olarak Almanya’ya gidiÅŸlerinin 50. yıldönümü… Daha uzak tarihli olanı ise Müslümanların Ä°ber yarımadasına, yani Avrupa’ya ayak basmalarının 1300. yıldönümü… Tarık Bin Ziyad komutasındaki ordu 711 tarihinde bugünkü Ä°spanya’ya ayak basmıştı. Bir de bu yıl, Moriskoların Ä°spanya’dan sürülmelerinin 400. yıldönümü… (1609’da baÅŸlayıp 1611’e kadar devam eden toplu sürgün…)

Anakronizme düşmeden bu üç farklı tarihsel olayın iki medeniyetin birbiriyle ilişkisini değerlendirmek açısından karşılaştırılması önemli ipuçları verecektir.

Almanya baÅŸta olmak üzere Avrupa’ya Türklerin işçi olarak gitmeye baÅŸlamaları belki de tarihte bir ilki iÅŸaret ediyordu. Bu zamana kadar Hıristiyan-Avrupa-Batı uygarlığı ile Ä°slam medeniyeti arasındaki iliÅŸkiler, daha çok savaşın belirlediÄŸi, bir arada yaÅŸama deneyiminin tek yönlü iÅŸlediÄŸi bir tarihsel deneyime iÅŸaret eder. Gerek Endülüs’te gerekse ondan önce ve sonraki çeÅŸitli Ä°slam toplumlarında, Ä°slam hakimiyeti altında Hıristiyan ve diÄŸer farklı kültürlerle eÅŸitlik temelinde olmasa da hukuki çerçevede hakların tespit edildiÄŸi bir yaÅŸama deneyimi gerçekleÅŸti. Her ne kadar fetih bu birlikteliÄŸin en önemli unsuru olsa da sonuç itibariyle zorlama olmadan, Avrupa’daki uygulamalarla kıyaslanamayacak derecede çok dinli, çok dilli bir model gerçekleÅŸti.

Bu model ilk defa Endülüs’ün düşmesiyle çöktü. Ä°spanyol hakimiyeti altında kalan Müslümanlar din deÄŸiÅŸtirmeye zorlandılar. Bununla da yetinilmedi ve Engizisyon uygulamalarının ardından Gırnata’nın düşüşünden 120 yıl sonra topluca sürüldüler.

Bundan sonraki ilişkiyi savaş ve sömürgecilik uygulamaları şekillendirdi. Osmanlı deneyimi çok kültürlü yapının son parlak uygulamasıydı. Gerek Osmanlıdan ele geçirilen coğrafyalarda gerekse diğer İslam coğrafyalarındaki sömürge yönetimlerindeki uygulamalar, İslam medeniyetinin farklı olanla kurduğu ilişki ile kıyas kabul etmeyecek düzeyde idi. Kolonyal dönem beyaz adamın uygarlık getirme efsanesine rağmen tam bir sömürü esası üzerine kurulu idi. Teknolojik ve askeri üstünlük beyaz adamın haçlı refleksini de yeniden uyandırmıştı.

Almanya macerası ise tümüyle yeni ve farklı bir mahiyet arz ediyor. Ä°lk kez Müslüman bir toplum “gönüllü olarak” kendi medeniyetinin dışında bir coÄŸrafyaya işçi olarak gidiyordu. Bu durum baÅŸta Almanlar olmak üzere Avrupalılar için de yeniydi. Her ne kadar Fransızlar MaÄŸrip’te, Ä°ngilizler Hindistan ve Afrika’da; Müslüman topraklarında sömürge yönetimi kurmuÅŸ olsalar da Avrupa’da, kendi hanelerinde düşük sosyal konumda da olsa yan yana yaÅŸama deneyimleri olmamıştı.

Müslümanların işçi olarak gittiÄŸi Almanya OrtaçaÄŸ Avrupa’sı deÄŸildi kuÅŸkusuz. Ne var ki sömürgeciliÄŸin hemen hemen sonlandığı bir tarihsel döneme rastlar. Avrupa’nın siyasal kültürünün ve sosyal yapısının; ortaçaÄŸdan da, kolonyalizmin mütekebbir döneminden de farklı olduÄŸu kesindi. En azından pluralizm keÅŸfedilmiÅŸ, demokrasi söylemi özellikle Batı Avrupa’nın alamet-i farikası olmuÅŸtu.

Buna karşın Avrupalılık bilincini ÅŸekillendiren kültürel kodlar öteki olana karşı devreye girmekte gecikmeyecekti. Avrupalıların en büyük sorunu küçümsedikleri Müslüman işçilerin, zaten Avrupa kimliÄŸinin oluÅŸumunda temel harcı teÅŸkil eden ötekileÅŸtirilmiÅŸ bir medeniyetin temsilcileri olmalarıydı. Ãœstelik sosyal, ekonomik olarak aÅŸağı sınıftan ve “geri bir kültür”ün temsilcileri olarak…

Bir arada yaşamaktan çok entegrasyon adı altında asimilasyon devlet politikalarının gizli gündemini oluşturdu.

Anadolu’dan Batı Avrupa’ya, belki büyük ÅŸehir bile görmeden giden işçilerin tavrı bu tarihsel süreçte önemli. Modern ölçülere göre eÄŸitimsiz ve kültür düzeyi düşük bu işçilerin tutumu (Ahmet DavutoÄŸlu’nun kavramsallaÅŸtırmasıyla) tam anlamıyla medeniyetin “ben idraki”ni sergiler. Ä°slam medeniyetinin ne denli güçlü bir kimlik ve medeniyet bilinci verdiÄŸi; sadece Anadolu’dan gidenlerde deÄŸil, MaÄŸrip’ten ve Hind kıtasından giden göçmenlerde de gözlemlenebilir.

Müslümanlık bu işçi sınıfını oluşturan insanlarda müthiş bir kimlik ve özgüven kazandırmıştı. Dışarıdan bakılınca içe kapanık görünen bu göçmen kitleleri aslında kimliklerini koruma anlamında farklı medeniyete karşı bir direnç sergiliyordu. Bu direniş her zaman sağlıklı olmasa da temelde aidiyet duyduğu medeniyete sığınmak şeklinde gerçekleşiyordu.

Marksist çözümlemenin her ÅŸeyi açıkladığının sanıldığı dönemlerde Ali BiraderoÄŸlu’nun verdiÄŸi örnek hala aklımdadır: “Ekonomik gerekçeler temel belirleyici olsaydı Almanya’daki işçilerimiz domuz eti satmayan, helal et bulunduran kasaplara yönelmezlerdi.”

Batı Avrupalı göçmenler arasında hala özgün, farklı ve özgüven içinde bir topluluk varsa bir ÅŸekilde din ve kültürleriyle baÄŸlarını canlı tutabilmeleri sayesindedir. EÄŸer modern Batı toplumunun deÄŸerleri evrensel kabul edilip entegrasyon (Ankara’nın da desteklediÄŸi gibi) baÅŸarılı olursa birkaç nesil sonra şöyle denecek muhtemelen: Bir zamanlar Türkiye’den buraya göç edenler olmuÅŸ…

Ýlgili YazýlarSiyaset

Editör emreakif on September 29, 2011

Yorumunuz

Ä°sminiz(gerekli)

Email Adresiniz(gerekli)

KiÅŸisel Blogunuz

Comments

Diðer Yazýlar

Daha Yeni Yazýlar: